headerphoto

Gel de inkar et

1. Yol: Sebepler yapıyor. (Pozitivizm: Her şeyi bir sebep var ediyor, yaratıyor.)

Bu yolun imkansız ve batıl bir yol olduğunu 3 madde halinde izah edeceğiz:

1. İmkansızlık

2. İmkansızlık

3. İmkansızlık

 

1. İmkansızlık:

Öyle bir eczane düşünelim ki içinde 108 tane kavanoz ve kavanozların her birinde farklı birer madde bulunuyor. Ayrıca görüyoruz ki bu eczanede çeşitli ilaçlar var. Bu ilaçları tetkik ediyor ve anlıyoruz ki hepsi çok hassas ölçülerle yapılmış ve bahsi geçen 108 maddeden miligramlık ölçülerle alınarak ve çeşitli işlemlere tabi tutularak oluşturulmuşlar. Bunlar öyle hassas ölçüler ki bir ilaçta bir madde bir mg fazla veya eksik olsa formül bozulur ve o ilaç özelliğini kaybeder. Şimdi, hiç mümkün müdür ki ve hiç ihtimal var mı ki aniden bir fırtına çıkması ve rüzgarın çarpmasıyla o kavanozlar devrilsin, her birisinden ince hesap ve ölçüleri gerektiren yalnız o gerekli miktarlar kadar aksın, beraber gitsinler toplanıp o ilaçlardan birini meydana getirsinler.

İşte aynen bu misaldeki gibi her canlı hayat sahibi bir ilaç gibidir. Periyodik cetveldeki bilinen 108 elementten çok hassas ölçülerle meydana gelmiştir. Bu canlılar o eczanedeki ilaçlardan ne kadar daha mükemmel ve kompleksse, bir canlının sebepler tarafından meydana getirilmesi de eczanedeki o ilacın kavanozların devrilmesiyle meydana gelmesinden o kadar daha zor ve imkansızdır.

Herkesçe malumdur ki bir ilacın meydana gelmesi için gerekli bir takım şartlar vardır;

  1. Maddeler: Maddelerin hazır bir şekilde elde mevcut olması zaruridir ki ilaç meydana gelebilsin.
  2. Laboratuar: Böyle hassas bir iş için bir laboratuar ortamına ihtiyaç duyulur. Maddelerden dış ortamın etkilerinden korunaklı bir şekilde çeşitli işlemlere tabi tutularak kimyevi bir bileşen elde edilmesi laboratuar ortamının sıhhatiyle doğrudan ilgilidir.
  3. Formül: Diyelim ki laboratuar da maddeler de hazır. Peki bu maddeler neye göre birleşip bir ilaç oluşturacaklar? Elbette bilgi ve ilmi gerektiren bir formül ihtiyacı apaçık ortadadır.
  4. Eczacı: Farz edelim ki formül de var. Peki bu formülü kim uygulayacak? Tüm bu maddeleri uygun formüle göre ne bir araya getirecek? Bir eczacı olmadan bunun olamayacağı çok açık değil mi?

Peki basit bir ilacın meydana gelmesi için bu kadar şartın mevcudiyeti lazımken, çok daha kompleks canlıları ve şu muhteşem kainatı kör, sağır, şuursuz, ilimsiz, amaçsız, rastgele sel gibi akan maddelerin ve sebeplerin eline vermek hiç akıl karı mıdır?

 

2. İmkânsızlık:

Maddi âlemin içinde olan her şey maddi âlemin kayıt ve kanunları içindedir. Buna göre sebep maddi ise sebep olduğu şeyin yanında ve içinde bizzat bulunması gerekir. Yani maddi âlemde bir işi veya bir şeyi yapmak ancak temas ile olur. Uzaktan okus pokus ile olmaz. Bu masa eğer madde ise bunu yapan ve meydana getiren de bu masanın yanında temas ile iş görmüş ve yapmış demektir.

Sebepler denilen şeyler de bu maddi âlem içinde maddi kayıt ve kanunlara mahkûm maddi şeyler olduğuna göre, bir sebebin bir şeyi meydana getirebilmesi için o şeyin yanında ve içinde olup temas ile yapması gerekir. Meydana getirilecek varlık diyelim ki bir karınca olsun. Bu karıncayı yapacak sebepler nelerdir? Na, K, Ca, Mg, N, C, H, O gibi elementler ile güneş, hava, toprak ve suyun bir araya gelmesi ve tam bir ittifak ile karıncanın vücudunda temas ile iş görmesi ve çalışması gerekir. Eğer işi sebeplere vereceksek bu yoldan başkasını düşünemeyiz ve maddi âlemde başka türlüsü mümkün değildir. Yani karıncanın gözünde kullanılacak bir fosfor atomunun bizzat toprak tarafından oraya konulması gerekir. Eğer helyum gerekliyse güneşin bizzat onu oraya yerleştirmesi lazımdır. 10.000 karınca hücresinin bir toplu iğne başı büyüklüğüne bile ulaşmadığı düşünülecek olursa bu kadar küçük bir alana bunca maddi sebebin girmesi ve çalışması mümkün olabilir mi?

Şimdi meseleyi bir başka açıdan ele alalım. Karıncanın vücudunu meydana getiren tüm elementlerin mükemmel bir düzen ve ölçü içinde ve tam bir ittifak ile bir gaye için toplanması başlı başına büyük bir meseledir. Bu cümleyi biraz irdeleyelim. Nedir mükemmel düzen ve ölçü? Bir atom iki yönden düzenlidir. 1. Kendi içinde, elektronu, protonu, nötronu ile müthiş bir uyum içinde olması. 2. Diğer atomlarla olan ilişkilerindeki düzen ve uyumu. Bir dış dairede, atomlardan oluşan hücrenin kendi içindeki düzeni ve hücreler arası uyumu. Daha dış dairede hücrelerden oluşan bir organın kendi içindeki düzeni ve organlar arası uyumu ile bir organizmayı meydana getirmesi…  Bitti mi? Bitmedi. Bir de bu organizmanın dış dünya ile olan ilişkisine bakmamız gerekmez mi? Bir karıncanın evrenin tüm kanun ve kurallarına uyum sağlayacak teçhizat ve donanımı olmadan hayatta kalması düşünülebilir mi? İşte düzen ve ölçü deyince tüm bunlar akla gelmelidir.

Gelelim ittifak ve gaye meselesine. Karıncayı meydana getiren tüm maddi sebepler (Güneş, hava, toprak, su ve elementler) bu amaç için ittifak etmiş olmalılar. Çünkü biliyoruz ki düzenli her işte ittifak vardır ve mecburidir. Bir ordunun askerleri ittifak etmeseler ve emir dinlemeyip her biri başına buyruk hareket etse ortada ne düzen kalır ne de ordu. Örneğin en basitinden bir kalsiyum atomunu düşünelim. Bu atomda akıl, fikir, ilim, irade, şuur, gaye var mı ki gidip azot atomuyla anlaşsın. Desin ki birader gel seninle çok önemli bir iş için ittifak edip çalışalım. Bu akıl sahibi kimsenin kabul edeceği bir şey değildir.

Öyleyse geldiğimiz nokta şudur:  Akılsız kalsiyum atomu akıllı iş yapıyorsa bu bize arkada görünmeyen bir aklın varlığını gösterir. Gayesiz toprak bir gaye için hareket ediyorsa bu gerisinde gaye sahibi birine delildir. Bunu daha basitleştirmek için bir temsille açalım. Uzaktan kumandayla çalışan çok gelişmiş bir oyuncak araba hayal edelim. Bu arabayı bin sene öncesinin insanının önüne koyalım. Biz de bu arabanın kumandasını elimize alıp saklanalım ve başlayalım arabayı kumanda etmeye. Bin sene önceki bu adam arabanın kendi kendine hareket edip kendiliğinden durmasını, sanki yolu biliyor gibi yoldan gitmesini, duvara geldiğinde çarpmadan dönmesini görünce ne düşünecektir? Ya diyecek ki bu araba çok akıllıdır, yolunu biliyor, irade sahibidir, isterse duruyor, isterse gidiyor ve görebiliyor çünkü hiçbir yere çarpmıyor. Ya da diyecek ki bu akılsız cansız maddenin bunları kendi başına yapması mümkün değil. Muhakkak benim göremediğim akıl, şuur, ilim, irade sahibi ve bu arabayı da yolu da gören birisi bunu idare ediyor.

Evet, ilk bakışta sebeple müsebbeb, yani sebeplerle meydana getirdikleri şeyler birbirlerine çok yakın gibidir. Fakat gerçekte çok uzaktırlar. İnek ile süt, ağaç ile elma birbirine yapışık ve sımsıkı bağlı gözükür. Gerçekten öyle mi? Sütün insana faydalarını anlatmaya gerek yok. Peki, bütün insanlık bir araya gelse dahi üretilemeyen bir sütü üretecek ilim ve teknoloji inekte var mı? İnek insanı tanır mı? İhtiyacını bilir mi? Vücut yapısını sindirim sistemini bilir mi? Bilmez. Ama ortada insanın ihtiyacına tamamen uyan bir süt gerçeği var. Öyleyse bu işin arkasında insanı tanıyan, ihtiyacını bilen, midesini dolaşım sistemini bilen birinin varlığı zaruridir. Farz edelim ki bu sayılan sıfatların hepsi inekte mevcut. Peki, inek bu kadar akıl ve ilim sahibi olsa kendi içmediği ve hiç faydasını görmediği sütü neden insana versin ve insan için üretsin. İneğin insana şefkati ve sevgisi mi var? Mademki yok, o zaman bu şefkat eserini meydana getiren bir şefkatin varlığı ortaya çıkar. Ve hakeza ağaç insanı tanır mı? İnsanın dilindeki tat alma duyusundan haberdar mı? Bir odun parçasında hadi diyelim ki elmayı yapacak akıl ve ilim var.Peki, bu kadar akıllı ağaç kendisi çamur yiyip lezzetli elmayı insana neden saklasın.Demek ki odunda ne ilim, ne akıl, ne şuur, ne irade, ne de merhamet var. Ama bu sıfatları gerektiren işleri de gözümüzle görüyoruz. Öyleyse mecburen diyeceğiz ki bu sıfatların sahibi insanı tanıyan,ve seven, ihtiyacını bilen, birisi vardır ve bu işleri gören de odur.

 

3. İmkansızlık:

Bir varlığın birliği varsa elbette bir el tarafından yapılmış demektir. Bu cümleyi bir örnekle açıklamaya çalışalım. Yüz askerin bir subayın emrine verilmesi, bir askerin yüz subayın emrine verilmesinden yüz derece daha kolaydır. Şimdi düşünelim;  bir asker yüz subayın emrine verilse ne olur? O asker kimin emrini dinleyecek, hangi işi yapacaktır? Oysa yüzlerce belki binlerce askerin bir tek komutan tarafından idaresi bir askerin idaresi gibi kolaydır. Hepsi tek merkezden gelecek emre itaat eder ve tek merkezden idare edilir. Aynen öyle de çok çeşitli sebeplerin bir tek şeyin var olmasında birleşmesi yüz derece daha zor, pek çok şeyin bir tek zat tarafından var edilmesi yüz derece daha kolay olur. Hele bu var edilecek şey mükemmel bir düzen ve şahane bir uyuma mazhar bir canlı ise bu gerçek, keşmekeş ve karmaşayı doğuran farklı ellerden çıkma teorisini tamamen çürütür ve bir elden çıktığını apaçık ispat eder.  Hiç mümkün müdür ki tüm bu ahenk ve uyum sonsuz sayıda cansız, cahil, bilinçsiz, mütecaviz, kör ve sağır sebeplerin eline verilsin. Güneş yakmak ister, deniz istila etmek ister, rüzgâr fırtına gibi esmek, kasıp kavurmak ister. Hiçbirinde şefkat, merhamet, acıma, ölçü, kanun, kural, bilinçli hareket yoktur. Ama tüm bu gerçeklere rağmen kâinatta ne bir keşmekeş ne de abes bir iş görülmez. Bunu her şeyi gören, her şeye hükmü geçen ve bilerek hareket eden tek bir elden başka ne ile izah edeceğiz?

Bu noktada ilginç bir soru soralım. Tüm bu sayılan sebepleri, güneşi, havayı, suyu, toprağı ve elementleri bir tarafa koysak, bitkileri, hayvanları, insanları ve bütün canlıları da diğer tarafa koysak ve dünyayı hiç görmemiş ya da yeni gelmiş birine sorsak;  "Sence hangi taraf hangi tarafı yapabilir?, meydana getirebilir?" Ne cevap verir dersiniz? Siz ne cevap verirsiniz? Hangisi daha mantıklıdır?  Tabi ki diyecek ki; "Daha kompleks yapıdaki, hatta bir kısmında ilim, irade, akıl, ve bilinç olan şu sağ taraftaki canlıların bu basit cansızları yapması daha mantıklıdır." Ama görüyoruz ki tam tersi oluyor. Kör atom ve hücrelerden görme meydana geliyor, cahilden akıllı yaratılıyor, bilinçsizden bilinç çıkıyor, cansızdan canlı meydana geliyor. Evet, canlıları ve hayatı cansız sebeplerin meydana getirdiği iddia ediliyor. Oysa en gelişmiş laboratuarlarda, hücreyi oluşturan tüm maddi sebepler ve elementler, son teknoloji kullanılarak bir araya getirilse, bütün insanlık gücünü bu amaç uğruna birleştirse dahi tek bir hücreye hayat verilemiyor. Bunu ne ile izah edeceğiz?

Şimdi meseleye başka bir açıdan bakalım. Meydana getirilen varlık kompleksleştikçe onu meydana getirdiği iddia edilen sebepler de artar. Sebepler arttıkça ihtimaller de artar ve varlığın meydana gelme olasılığının imkânsızlığı daha da pekişir. Örneğin körlerden oluşan bir ekiple bir işi organize etmeye veya yapmaya çalıştığımızı düşünelim. Körlerin sayısı arttıkça keşmekeş ve düzensizlik de artar. Bu kişilerin aynı zamanda sağır ve dilsiz olduklarını hayal edelim. Birbirlerinden habersiz bu insanlarla bir iş yapmak mümkün mü? Hele sayıları arttıkça iş içinden çıkılmaz bir kaosa döner. Öyleyse kör, sağır, dilsiz ve akılsız sebepler insan gibi kompleks ve kompleksliği içinde müthiş bir uyum ve düzen gösteren bir varlığı nasıl meydana getirebilir?

Başka bir örnek; yediğimiz besinlerin içindeki farklı elementler kör, sağır ve akılsız oldukları halde vücutta nereye gideceklerini nereden biliyorlar? Daha önce insan vücuduna girdiler mi? Yapısını bilirler mi? Neden kalsiyum kemiğe gider de fosfor göze gider? Bir tanesinin yolunu şaşırdığında olacak sonuçları bir düşünelim. Bu sonsuz ilim ve akıl gerektiren işi hangi akılsız sebebe vereceğiz?

Şimdiye dek hep maddi sebeplerin şu maddi âlemi yapamayacağından bahsettik ve bunu ispatladık. Peki ya bu maddi sebeplerin ellerinin hiç yetişemeyeceği ve temas edemeyecekleri o canlıların içine, maneviyatına ve ruhuna ne demeli? Hâlbuki iç dıştan sanatça on kat daha harikadır. Şefkat, düşünme, gurur, kibir, utanma, üzüntü, sevinç, vicdan, irade gibi şeyler nasıl oluştu? Toprak benim irademi nasıl oluşturabilir? Hava benim şefkatimi nasıl meydana getirebilir? Güneşin benim utanma duygumla ne ilgisi var? Siz hiç insandaki kibrin kaynağı falanca elementtir diye bir şey duydunuz mu?

 İşte bu kâinat ve içindekileri sebeplere havale etmek bunlar gibi binlerce akli hezeyanı ve imkânsızlığı kabul etmek demektir. Köre görüyor demek için kör olmak gerekir. Cahile ilim isnat etmek ancak cehaletle olur. Bizim lafımız ise böyle hem kör hem cahillere değil sadece hakikati arayanlaradır.

Şimdi, sebepler bahsini kapatmadan önce akla gelmesi muhtemel bir soruyu siz sormadan biz söyleyelim:

Mademki sebeplerin hiç tesiri yok ve yaratıcı olamazlar, öyleyse bu sebepler neden yaratılmış? Neden en küçük bir iş dahi mutlaka bir sebebe bağlanmış?

Sebeplerin yaratılmasının çok hikmetlerinden iki tanesini açıklayalım:

Cenabı Hakkın izzet ve azametinden dolayı sebepler ona iki şekilde perde olarak yaratılmışlardır.

  1. Örneğin bir padişah şefkat eder ve idaresi altındaki birine bir hediye gönderir. Ama bunun için bir elçisini kullanır. Bizzat kendisi götürüp vermez. Çünkü padişahlığın gereği, izzet ve büyüklük ve mevki öyle gerektirir. Ama hediyeyi alan adam teşekkürü padişaha eder. Yoksa padişahı tanımayıp elçinin elini öpse ne kadar ahmak olduğunu herkes anlar. Aynen bu örnekteki gibi Allah (c.c) sebepleri kendisine perde yapmıştır. O memurlar ve vasıtalar kudretin izzetini ve saltanatın haşmetini göstermek için yani küçük ve değersiz işlerle kudretin teması görünmesin diye vardırlar. Ancak biz biliriz ki perdenin arkasında hakiki tesir veren ve iş gören Cenabı Hakkın kendisidir.

  2. Haksız şikâyetlerin yanlış itirazların mutlak adil olan kendisine yönelmesine engel olmak için o itirazlara hedef olacak sebepleri yaratmıştır. Örneğin hastalıklar birer perdedir. Ölüme sebep olarak yaratılmışlardır ki ölümün arkasındaki hikmeti ve güzellikleri göremeyen insanlar Cenabı Hakka isyan ve şikâyette bulunmasınlar. Ölümler için hep ne deriz; kanserden, trafik kazasından, falancanın kurşunuyla vs… İşte tüm bunlar Cenabı Hakka ve onun izzet ve azametine birer perdedir. Yoksa hayatı veren de alan da O’ndan başkası değildir.
            2. Yol (Kendi kendine)

            3. Yol (Tabiat)



Mektubat'tan...

İnançsızlık iki kısımdır. Birinci kısım hakkı kabul etmemek, ikinci kısım inkar etmektir. Kabul etmemek başka, inkar etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır, terk etmektir ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Ancak inkar etmek tamamen farklıdır.Allahın varlığını kabul etmemek değil, yokluğunu iddia etmektir. İmanın zıddına gidip bir yol açmaktır. dolayısıyla bu yolun yolcuları davalarını ispat etmeye ve yokluğa delil getirmeye mecburdurlar. Bu ise şimdiye kadar yapılabilmiş bir şey değildir.

 

 

 

Sözler'den...

Birisi dese ki "Yeryüzünde içinden süt çıkan dışında çok sert kabuğu olan meyveler var." Diğeri dese "Böyle bir şey yoktur." Varlığını iddia eden adam, yalnız bir hindistan cevizini göstermekle davasını kolayca ispat eder. İnkar eden, yani yokluğunu iddia eden adam, inkarını ispat etmek için bütün yeryüzünü gezmek, her taşın altını görmek ve göstermekle ancak davasını ispat edebilir.

Aynen öyle de Allah'ın varlığından haber verenler buna sadece bir iki delil getirerek bile davalarını ispat edebilirlerken, inkar edenler bütün kainatı ve gözle görünen görünmeyen her şeyi bulup eledikten sonra ancak inkarlarını ispat etmiş olurlar. İşte buradan imanın ne kadar kolay inkarın ne derece zor bir yol olduğu anlaşılır.

 

 

 

 Sözler'den...

İzzet ve azamet ister ki, sebepler perde olsun kudret eline ;  tevhid ve celâl ister ki, sebepler ellerini çeksinler hakiki tesirden