headerphoto

Doğrudan İspat

 

Bu bölümde öncelikle çok önemli bir konuya dikkatinizi çekmekte fayda mülahaza ediyoruz. Burada yapılan ispatla aslında görülmesi çok zor bir şeyi göstermiyor, duyulması zor kısık bir sesin işitilmesine destek olmuyor ya da anlaşılması güç bir hakikati akla yaklaştırmaya çalışmıyoruz. Tam aksine ortada kör gözlerin bile göreceği apaçık bir hakikat, sağırların bile kulağını delecek şiddette gök gürültüsü gibi bir ses vardır. Bu ses ve bu hakikat hiç kesintisiz ve her an Allah’ın varlığını haykırmaktadır. Öyle ki O’nun için şiddet-i zuhurundan gizlenmiş tabiri kullanılır. Nasıl ki denizlerdeki balıklar her an kendilerini çepeçevre saran suyun farkında bile değillerdir ya da biz insanlar etrafımızı çepeçevre kuşatan havaya o kadar alışkınızdır ki çoğu zaman her saniye alıp verdiğimiz soluğu bile unuturuz. Balık ancak sudan çıkarıldığı zaman suyun, insan ancak havasız kaldığı zaman havanın farkına varır. Şu kâinatın da bir an için Allah ile irtibatı kopsa her şeyin nasıl bir anda yıkılıp yok olacağı, hiçbir şeyin ayakta kalamayacağı ve varlığını devam ettiremeyeceği görülecektir.

Her şey zıddı ile bilinir. Soğuk olmasa sıcağı, kısa olmasa uzunu, karanlık olmasa aydınlığı bilemez ve anlayamazdık. Güneşin ve aydınlığın varlığını onun zıddı olan karanlıkla ve gece ile daha net anlıyoruz. Bir an için güneşin genişlediğini, dünyanın çevresini baştanbaşa kapladığını ve ışığını her maddenin içinden geçirebildiğini varsayalım. Devamlı ve kesintisiz bir aydınlık olacak, hiç karanlık ve gölge olmayacak ve biz karanlık nedir bilmeyecektik. Dolayısı ile aydınlığın da farkına varamayacak ve ondan habersiz yaşayacaktık. Aynen öyle de Cenab-ı Hakkın bir zıddı veya benzeri olmadığı için ve O’nun varlığı ezeli, ebedi ve kesintisiz olduğu için gaflete dalmış insanlar alışkanlık perdesini sıyırıp ta O’nu görememektedirler. Oysaki O, her an her yerdedir.

Dolayısı ile bizim burada yapmaya çalıştığımız şey o alışkanlık perdesini yırtıp sıradan gibi görünen olayların nasıl sıra dışı olduğunu ve O’nun her şeyin arkasında varlığını bize nasıl gösterdiğini görmek ve gaflet içindeki gözlere de göstermektir.

İki başlı bir inek ya da üç ayaklı bir bebek dünyaya geldiğinde buna mucize gözüyle bakılıyor. Oysa asıl mucize olan normal bir bebeğin bir su damlasından, muhteşem organları ve baş döndürücü sistemleriyle milyonlarca ihtimal arasından en uygun hal ve keyfiyette yaratılmasıdır. Asıl mucize olan bütün insanlık bir araya gelse yapamayacağı bir gıda olan sütün, ottan başka bir şey yemeyen ve zerre kadar şuuru olmayan inekte kolayca meydana gelmesidir. Güneş tutulmasını daha net izlemek için insanlar büyük bir heyecanla ülkelerini terk edip tutulmanın en iyi görüldüğü yerlerdeki otelleri dolduruyor ve rasathaneler kuruyorlar. Ancak 150 milyon kilometre öteden bize ışığını ve ısısını her an gönderen ve böylece hayatın olmazsa olmazını yerine getiren güneşin ne muhteşem bir düzen ve ölçü içinde var edildiğini görüp de heyecanlanan kimse yok.  Öyleyse bize düşen bu alışkanlıklar perdesini delmek, dikkatle bakmak, kâinattaki muhteşem ahengi ve düzeni görmek, sıradan görünen şeylerin sıra dışılığını fark etmek ve bu sanat eserlerinde sanatkârı okuyabilmektir. Bunu hakkıyla yapabilmek için öncelikle sebeplerin, tabiatın, kendi kendine olmanın ve tesadüflerin imkânsızlığını ve bu şeylere parmak karıştıramayacaklarını kesinlikle anlamak gereklidir. Bu konu bir önceki dolaylı ispat bölümünde çok net ispatlandığı için oraya havale ediyoruz.

Anlaşılması gereken bir diğer önemli konu da Allahın varlığının bilinebileceği ancak zatının mahiyetinin bilinemez olduğudur. Henüz kendi mahiyetini bilmeyen insan aklının kendi yaratıcısının mahiyetini bilemeyeceği aşikârdır. Ne göz her varlığı görür, ne kulak her sesi işitir, ne de akıl her şeyi anlar. Akıl Allah’ın yarattığı varlıklardan sadece bir tanesidir ve her yaratılmış şey gibi o da sınırlıdır. Henüz bir hücreyi bile tam izah edememiş, genin şifrelerini çözememiş insan aklının bu haliyle kalkıp yaratıcıyı anlamaya çalışması ve onun zatı hakkında tahminler yürütmeye çalışması abes olacaktır. Kaldı ki akıl kendini bile anlamaktan acizdir. Akıl nedir? Nasıl çalışır? Yapısı nasıldır? Elde ettiği bilgileri yine hafıza denilen ayrı bir meçhule nasıl ve ne ile gönderir? İnsanoğlu bu ve benzeri sorulara bile cevap bulmuş değildir.  Ancak şu da çok düşündürücü bir gerçektir ki hiçbir akıl kendi mahiyetini bilmediği halde kendi varlığından şüphe duymaz. Yani varlığı kesin, mahiyeti meçhuldür.

Aynen akıl örneğinde olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da varlığı katidir ancak O’nun sonsuz kemaldeki mahiyetini sınırlı aklımızla anlamamız mümkün değildir.  Her biri yaratılmış birer mahlûk olan göz, kulak, dil, akıl gibi şeylerin mahsulü de yine ancak mahlûk olabilir. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu ne varsa hepsi birer mahlûk, yani yaratılmıştır. İnsanın bir mahlûk olan sınırlı aklı ile Allah’ın zatı hakkında düşünüp hayal veya tahmin edebileceği her şey Allah’tan başkadır ve ancak mahlûk olabilir.

Burada şunu ifade etmek gerekir ki sadece gözüyle gördüğüne inanan bir kısım ateistlerin bilimden bekledikleri şey materyalist sözde bilimin elinin hiçbir zaman ulaşamayacağı noktadır. Onların inanmaları için görmeleri, duymaları, ya da dokunmaları gerekir. Oysa akılları gözlerine inmiş bu güruhun bir türlü kavrayamadıkları şey yukarıda da anlatıldığı gibi yaratılmış birer mahlûk olan göz, kulak ve diğer duyu organlarının, maddeden münezzeh, sınırsız ve sonsuz olan Allah’ı görecek ve duyacak kapasitede olmamalarıdır. Hâlbuki hâlihazırda görmedikleri halde varlığından emin oldukları akılları onları kendileri ile büyük bir tezat içine düşürür. Aynı şekilde yer çekimi kanununa, suyun kaldırma kuvvetine ve daha birçok şeyin varlığına da inanırlar. Oysa bunların hiç birini ne duymuş ne de görmüş değillerdir. Varlığına inanmalarının sebebi ise bu kanunların ortaya çıkardıkları eser ve tesirler nedeniyledir. Yani bizim usul sayfamızda anlattığımız bürhan-ı inni metodunu kullanarak bu kanunların varlığını kabul ederler. Ancak aynı metod ile eserden müessire, sanat eserinden sanatkâra, binadan onun mimarına gittiğimizde, şu kâinattaki mükemmel yaratılmış ve dizayn edilmiş mahlûklardan onların yaratıcısına gittiğimizde ve O’nu ispat ettiğimizde bunu kabul etmezler. Her devirde güneşe karşı gözünü kapayanlar olmuştur ve bundan sonra da başlarını kumdan çıkarmayan bu güruh varlıklarını devam ettireceklerdir. Onlar için gözlerinin hakikate açılmasını dilemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur.

Soru: Öyleyse Allahın varlığını anlamanın ve bilmenin haricinde Allah hakkında hiçbir bilgi sahibi olamaz mıyız?

 Allah’ın zatı hakkında bilgi sahibi olamayacağımız doğrudur. Fakat O’nun isimlerinin ve sıfatlarının kâinattaki tecellileri ve yansımaları ile onu tanıyabiliriz. Biz de bu bölümde O’nun eserlerinden ve fiillerinden yola çıkarak O’nun isim ve sıfatlarına intikal edecek ve kâinatta O’nu okuyarak göstermeye çalışacağız.

Devam edecek...

 


Lemalar'dan ...

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları katî ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur