Bütün varlıkları Allah yarattı; öyleyse -haşa- Allah'ı kim yarattı?
Mehmed KIRKINCI
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları
ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de "Bu
mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allah'ı -hâşâ- kim
yarattı?" sorusudur.
Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (asm.)
sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (as.), Allahü
Azîmüşşân'dan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir. Bu
sûre ile şirkin bütün nev’ileri kökünden kesilip atılıyor,
tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve
ispat ediliyordu. Resûl-i Ekrem (asm.) Efendimiz de bu
soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap
verilmesini beyan buyurmuşlardır.(1)
Biz de Resûlulluh’a (asm.) ittiba ederek bu soruya İhlâs
Sûresi ile cevap vereceğiz. Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde
kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:
"De 'ki O Allah'dır, Ehad’dir. (O) Allah'tır, Samed'dir. Doğurmadığı gibi, doğmamıştır da. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Bu sûre Allah'ın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en cami bir ifadesidir ve Kur'ân-ı Kerîm'in tevhid noktasında bir özeti gibidir. Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler.
“De ki: O Allah'dır, Ehad'dir.”
Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakk'ın zâtına
işaret etmekte, Ehad ise, O'nun birliğini ifade etmektedir.
Burada şunu belirtmek gerekir, Ehad ism-i şerifi "adet
olarak" bir demek olmayıp, "yegâne birdir", "tek birdir",
"şeriksiz birdir", "kendinden başkası hep mahlûk olan "
manasına gelir. Yâni O'ndan başka bütün birler adet olarak
birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler.
Cenâb-ı Hakkın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin
hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan,
cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu
ifade eder.
Cenâb-ı Hakk'ı "Ehad" olarak bilen bir insan O’nu kimin
yarattığı gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen
anlar. Böyle bir mü'mini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve
tereddüde düşüremez.
(O) Allah'tır, Samed'dir.
Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, herşey O’na muhtaçtır. Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci O'dur.
Doğurmadığı gibi…
Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi
olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp - parçalanmaktan
münezzehtir.
"Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, O'ndan
ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz,
çıkmaz. O'nun cinsi, nev'i, benzeri olmaz. Hiçbir ihtiyacı
ve eksiği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan herşey, yine
O'nun yaratmayı dilemesiyle vücuda gelir. 'Ol' demesiyle
olur."(2)
O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu
için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir.
Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır. Yarattığı
mahlûkatın O'na denk yahut O'ndan güçlü olması muhaldir.
… doğmamıştır da.
Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır;
evveli yoktur, ezelîdir. O'nun olmadığı bir zaman tasavvur
edilemez.
Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı,
başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hıristiyanların
"teslis" akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini
reddeder.
Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."
Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında doğmuş ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na eşdeğer olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne sıfatında hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde olmadığı gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir "Vacibu'l-vücud" yoktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar kemal farz edilirse edilsin yine de mahluktur. (3)
Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet
olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı
Hakk'ın Zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında
misli bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün
türlerini reddetmektedir.
İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdikten sonra söz
konusu soru hakkında şunları da ifade etmekte fayda
görüyoruz:
Şu varlık aleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib,
ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan
Allah'dır. Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru
sorulamaz. Çünkü kim yarattı sorusu ancak mahlûkat için
sorulabilir.
Allahü Teâlâ Ehad’dir; birdir, zatında şeriki yoktur.
Allahü Teâlâ Samed'dir. Bütün mahlûkat yaratılmalarında,
devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an O'na
muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed
hakkında böyle bir soru sormak O'nu tanımamanın, bilmemenin
bir ifadesidir.
Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir. Ezelî
ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur
edilmeyen O Zât-ı Zülcelâl'in, bir başkasının tesiri ile,
vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?
Allahü Teâlâ'nın eşi, benzeri, dengi ve misli yoktur. Ne
ulûhiyyetinde, ne rubûbiyetinde, ne mabudiyetinde, ne
hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde O'na denk ve misil
olacak hiçbir varlık düşünülemez. Zerre kadar aklı olan bir
insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun
sorulamayacağını bilir.
Evet, "Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" sorusunda açık bir çelişki vardır. Şöyle ki: Allahü Teâlâ Hazretleri'nin vücudu zâtidir. Ezelî ve ebedîdir. Eşi ve benzeri yoktur. Herşeyi yaratan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar. Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir.
"İnkılâb-ı hakâik, ittifaken muhaldir ve inkılâb-ı hakâik içinde muhal-ender muhal, bir zıddın kendi zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun."(4)
Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar:
Allahü Teâlâ'nın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o halde,
O Zât-ı Mukaddes'in hem ezelî, hem hadis (sonradan
yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem
sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl
sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına
sahip olması lâzım gelir.
Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok
imkansızlıkları da içine almaktadır. Bunlardan sadece birisi
olan "Teselsülün muhaliyeti"ni nazara vermekle yetineceğiz.
Bir an için O Vâcib-ül Vücud hakkında böyle bir soru
sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz. Yâni
Cenâb-ı Hakk'ı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı,
onun da halikı... sorulur. Böylece soru silsile haline
sonsuza kadar gider. O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale,
imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz.
Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:
On-onbeş vagonlu bir tren düşününüz. Bu vagonlardan
herbirisini bir önceki vagon çeker. Ve nihayet iş lokomotife
dayandığında artık "lokomotifi kim çekiyor?" diye bir soru
sorulamaz. Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif
olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez.
Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize
cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker
fabrikasındaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda
onların da tezgâhları gösterilecektir. Sonunda mes'ele bir
zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da
tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir.
Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası
olan ağacında yapılmaktadır. Bu ağaç ise kâinat fabrikasında
inşa edilmiştir. Eğer elma ağacının da, kâinatın da
yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse,
kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir
fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir.
Bir asker emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da
padişahtan alır. "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde
bir soru sorulamaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da
asker derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu
durumda birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden
emir alıyor?" diye bir soru sorulabilsin. Padişah denilince,
emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir.
Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının;
zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allah’ın
ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir.
"Cenâb-ı Hakk'ı -hâşâ- kim yarattı?" diye firavunâne soru
soranlar “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve
nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar.
0- 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- 10